okuyucu-film
 Tutkunun Ölüm Hali: Okuyucu ( The Reader )

Okuyucu ( The Reader ), tutkunun; hazzı ve acıyı aynı anda yaşatan o yakıcı duygunun, sanatsal tarifi. Ahlaki normlara göre onaylanmayan bir aşkın yanı sıra kanla yazılmış bir ülke tarihinin, hem lanetlenmesinin hem de affedilmesinin anlatımı. Bir kaçışın, gerçeklikten ve kendinden kaçmanın hikâyesi.

 Kaçmak istediğimizde, hele ki asla kaçamayacağımız bir kişiden uzaklaşmaksa amaç, nereye gideriz? Hangi yola sapar, hangi köşeye sineriz? Kendimizden kaçmak, kurtulmak, bir daha asla görmemek, affetmemek üzere gitmek istediğimizde peki? Hangi kuytu saklar bizi? Hangi duygu sarıp sarmalar hem gideni hem terk edileni? Belki kendi varlığında görmek istemediğini yabancılaşma kılıfıyla örtebilir ya da yakıcı bir tutkunun peşine takılıp gözlerini kör eder insan. İşte Hanna Schmitz’ de böyle yapıyor. Bu iki duyguya sarılıyor; yabancılaşma ve tutkuya. Gerçek dünyadan, kendi gerçekliğinden ve varoluşundan kopuk, yaşananları ve nedenleri hiç sorgulamadığı bir dünya yaratıyor. Ve o dünyaya derin tutkular damıtıyor. Uzaklara kaçmadan, kaçıyor kendinden.

 Okuyucu, gerçek bir yaşam öyküsü üzerine kurgulanan ve Bernhard Schlink’ in aynı adlı romanından uyarlanan bir film. Senaryosu David Hare tarafından yazılmış, yönetmense Stephen Daldry. 2009 yılında hemen hemen tüm “ en iyi kadın oyuncu ” ödüllerini Kate Winslet’ in almasını sağlayan film, tüm oyuncuların performansları ve çarpıcı konusuyla mutlaka izlenmesi gereken filmler listesinde yer almalı diyebilirim. Filmin başkahramanı Michael Berg’ in gençlik yıllarını canlandıran David Kross’ un ve olgunluk dönemini oynayan Ralph Fiennes’ in oyunculuk performansları da son derece başarılı.

 Film Ne Anlatır?

 Bazı filmler hakkında yorum yazarken, hikâyesi üzerine olabildiğince az bilgi vermek elzemdir. Çünkü çarpıcı detayları anlatmanın, -onu izleyecek olanlara- büyük haksızlık olacağı filmler vardır ki, Okuyucu da böyle filmlerdendir. Hikâyenin ne olduğu kadar nasıl anlatıldığının da önemli olduğu filmlerden yani. İzleyici her yolda kendi soluklanmalı, iç hesaplaşmalarını, yüzleşmelerini, özeleştiri ve sorgulamalarını kendi deneyimlemelidir, aksi takdirde yaşanılan sezgisel anlayışın büyüsü bozulur, sıradan bir hayat dersine dönüşür. O halde, filmin sadece ana hatlarını çizerek içinde yatan cevhere; duygusal, duyusal, felsefi ve ahlaki sorgulamalara yoğunlaşabiliriz. Film üç ayrı zamanda yaşananları, üç ayrı hikâye şeklinde veriyor: birbirine sıkı iplerle bağlı üç yaşam hikâyesi…

 Yıl 1958…

 Yer, 2. Dünya Savaşı sonrası yaralarını saran Almanya. Michael Berg, yani filmimizin baş kahramanı henüz on beş yaşındayken yolda fenalaşır. Bir apartmanın kapısında kusarken bir kadın gelerek ona yardımcı olur ve evine sağ salim ulaşmasını sağlar.  Bulaşıcı bir hastalık olan kızıl humma nedeniyle evde üç ay yatmak zorunda kalan Michael, iyileşir iyileşmez kadına teşekkür etmeye gider. Hanna, tek başına yaşayan otuz beş yaşında bir kadındır ve onun yanında son derece rahat davranır. Kadını giyinirken gören “ Çocuk ” önce kaçar ama ertesi gün tekrar gelir oraya. Bu ikinci geliş onun ilk cinsellik deneyimi ve sıra dışı bir ilişkinin başlangıcı olacaktır.

 İlişkilerinde cinsellik hakimdir. Cüretkar sahnelere şahit oluruz Yaş farkı büyüktür. Ahlaki ön yargılarımızla çok rahatsız edici bir ilişkinin röntgencisi olacağımız hissiyle geri çekildiğimiz anda ise bambaşka bir duygusal gerçekliği fark ederiz. Bu ilişki tensel olmanın çok ötesinde ve hatta yatakta bile tensel değildir. Sevecen bir sevginin, şefkatin, çocuksu bir heyecanın ve hatta kendilerine yarattıkları edebi ve oyunbaz bir dünyanın izleyicisi olarak buluruz kendimizi. Kadının çağırdığı adıyla Çocuk, kendisinden yirmi yaş büyük bu gizemli kadına tutkuyla bağlanır. Her gün okuldan sonra koşarak kadına gider ve kendi yaşıtı olan kızlara mesafeli davranır. Çünkü o kadın hayatında olmayan bir şeyi simgeler bir anlamda, evdeki annesinin aksine dokunabildiği, ulaşabildiği bir kadındır o. Sadece mesafeli ve robotvari bir tavırla oğluna yaklaşan anne, Michael için bu sıra dışı ilişkinin ana tetikleyicisi gibidir. Annesinin gözlerinde kendisini bulamayan Çocuk, annesi yaşındaki başka bir kadınla var eder kendisini. Kadına duyduğu tutkunun içeriğini, ölçüsünü, kaynağını ayırt edemeyecek kadar deneyimsizdir. Sonuç ise her kırık aşk acısında olduğu gibi tutkunun hedefini şaşırması olur; artık sadece kadına değil, tutkunun ona hissettirdiklerine de tutkundur. Bu nedenle kadın bir gün aniden gittiğinde de yıkılır.

 Kadın da tutkundur ama sanıldığı gibi seks oyunlarına değil yarattığı diğer dünyalara. Adeta gerçek dünyada var olanlardan, acılardan, kötülükten kaçmak ister. Adeta dahil olduğu hayattan kaçarak hayali bir evren kurmak ister. Kendini başka birine dönüştürdüğü, kendisine ait bir dünya yarattığı zamanlarsa seviştiği veya kitaplarda anlatılan farklı yaşamların içine girdiği anlardır. Gündelik yaşamında ukala, mesafeli ve tutarsız davranışlara sahip Hanna sevişirken Çocuk’ la beraber çocuk olur. Donuk yüz hatları gevşer, gözlerinin içine kadar güler. Kitap okumasını ister Michael’ den. Çocuk her gün yanında başka bir kitap getirir. En çok Homeros’ un Odysseia Destanı’ nı sever kadın. Gözyaşı döker, üzülür, hüzünlenir. Büyülü bir evrenin içindedir. Özünde bir yolculuğu anlatan bu destan onun da yolu, yolculuğu olur. Yatakta çırılçıplak bir halde, on beş yaş küçük sevgilisinden Lady Chatterley’ i dinlerken utanır, kızar, Çocuk’ tan ona böyle müstehcen kitaplar okumamasını ister. Çocuk’ un kadına tutkun olduğu ölçüde tutkundur romanların büyülü dünyasına. Ama o dünyanın anahtarına sahip değildir, oraya girmek için başka birinin yardımı gereklidir. Çünkü okuma yazma bilmemektedir. Ve okuma bilmediği için karşılaştığı bir sıkıntı sonucunda hem o büyülü dünyayı hem de Çocuk’ u bırakarak kaçar.

 Yıl 1966…

 Aldığı derin yaralarla yoluna devam eden Michael hukuk fakültesinde öğrencidir artık ve çok çarpıcı bir duruşmayı izlemek üzere bir çalışma grubuna katılır. Duruşma, 2. Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarında bir çok Yahudi’ nin ölümüne sebep olan Nazi gardiyanlarının yargılanması üzerinedir. Bir ülke, derin hesaplaşmalarla yaralarını sarmaya çalışmaktadır. Yaşananlar için hesap günüdür artık. Duruşma salonunda Michael’ ı hukuki olduğu kadar kişisel bir iç hesaplaşma beklemektedir. 15 yaşının büyük aşkı, hayatının tutkusu Hanna, yargılanan kadınlar arasındadır.

 Filmin bu ikinci bölümünde tutku olarak adlandırmaya alışkın olmadığımız ama tam da tutkusal bir kabukla sarıp sarmalanan bir sorgulamanın içindeyizdir artık. Başka bir haldir bu, tutkunun ölüm hali! Tutkularının cehenneminden geçmemiş biri, onların hiçbir zaman üstesinden gelemez, der Gustav Jung. Birilerine cehennemi yaşatan bir dünyanın duruşmasıdır burada yaşanan.

 Hanna Schmitz’ in sorgulaması, soykırımın en önemli savaş suçlusu olan Adolf Eichmann’ ı hatırlatır bize. Bir Nazi subayı olan ve çok sayıda Yahudi’ nin ölümünde aktif rol oynayan Eichmann’ ın duruşmasını izleyen Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı adlı kitabında inceler bu durumu. Çok tartışma yaratan ancak o ölçüde de ilgi çeken ve alıntılanan kitabında Arendt kötülüğün sıradan bir şey olduğunu vurgular. Böylesi büyük bir cani bile suçsuz olduğuna inanmaktadır. Eichmann, vatanı için gerekli olan bir şeyi yerine getirdiğini, bunun bir çeşit vazife ve vatan aşkı olduğunu belirtir. İşin ilginç yanı Eichmann suçsuzluğuna gerçekten inanmaktadır. O, sadece emirleri uygulamıştır ve başka seçeneği yoktur. Filmde yer alan duruşmada da Hanna aynı derecede şaşkındır. Sorulara cevap verirken adeta olanların ayırdında olmayan, muhakeme yapamayan, yaşadığı dünyaya yabancı bir kadınla tanışırız. Bir kilisede çıkan yangında -çok sayıda Yahudi ölecek olsa bile- karmaşa çıkmasın diye kapıları açmadığını söyler. Onun görevi düzeni sağlamakken nasıl böyle bir şeye izin verebileceğini sorar. Hakime, neden böyle bir şeyin sorulduğunu anlamayarak ve şaşkın bir şekilde “ Siz olsaydınız ne yapardınız ki? ” diye cevap verir. Tüm bunlar henüz Çocuk’ la tanışmadan önce yaşanmıştır. Kate Winslet, muhteşem bir oyunculukla yansıtır perdeye Hanna’ nın kendisine yabancılaşmış hallerini. İşte Michael ile birlikte olan Hanna’ nın tuhaf davranışlarını o zaman anlarız. Gerçek dünyaya olan mesafesini. Kendine yabancılaşmasını. Kendinden ve anılarından kaçmak adına tutkuyla kitaplara bağlanmasını. Kitapların içinde yarattığı dünyayı.  Tutkuyla sevişmesini. Hayata tutunabilmek adına yaptıklarını.

 Bir ülke tarihinin sorgulamasıdır bu duruşma aynı zamanda. Tüm bunlar yaşanırken sessiz kalarak aslında bir çeşit suç ortaklığı yapan sessiz kitlelerin vicdani hesaplaşması da yansır ekrana. Sessiz yığınların sessizliği ne derece suçludur? Tetiği çeken kadar o silahın kalkmasına engel olmayanlar da suçlu değil midir? Bilip de susanlar? Onları sokmayan yılanı görmezden gelenler? Çoğunluğun sesine, bir kakafonik gürültü olsa bile, tempo tutanlar?

 Neyin ahlaki neyin hukuksal suç olduğunu sorgularız. Suç diyebilmek için kasıt olmasının önemini. Ve hayat kurtaracaksa bile bir sırrı –o sırrın sahibinin rızası dışında- açıklamanın doğru olup olmadığının o çözümsüz ikilemini.

 Yıl 1983…

 Hanna hapistedir. Artık bir baba ve bir avukat olan Çocuk, gençlik tutkusu olan kadına bir hediye verecektir. Hanna’ nın en büyük tutkusunu gerçekleştirmesinin anahtarıdır bu hediye. Tutkuyla yapar bunu. Şefkat ve sevgi rengine bürünmüş bir tutkuyla. Filmin en çarpıcı ama o derecede de izleyicinin kişisel deneyimine bırakılması gereken bölümüdür burası.   Tutkunun yıkıcılıktan çıkarak yaratmaya, onarmaya, çare olmaya dönüşen formudur izlediğimiz.

 Tutkunun Rengi…

 Asla şeffaf ve renksiz değildir tutku, renkleri vardır. Kaynak aldığı özneden yöneldiği nesneye doğru harekete geçince belirir o renk. Özünde aşk, ihtiras, şehvet taşıyorsa, kırmızıdır mesela. Öteki olana, aykırı sayılana yönelen tutkuysa en sıcak renk olan mavidir. İdeolojilere, fikirlere saplanıp bir kurşun gibi hareket eden tutku toprak rengidir. Görev aşkı, vatan aşkı, aidiyet tutkularıysa asker yeşili. Renkleri gibi tutkuların da türlü halleri, görünümleri, yaşam mecraları ve yıkım alanları vardır. Her ne kadar ilk çağrışımda bireysel haz-acı hanesine dahil saysak da, felsefi, sosyolojik, dini, katı, sıvı ve ölüm halleri vardır tutkuların.

 Bir filmi gerçek görüntülerle anlamlandırmayız. Bu bakış günlük hayatın algısal zeminidir, sanatın değil. Sinema, görüneni ve o görünenin arkasında yatan kavramı verir izleyicisine. Yani hem açık anlamı hem de yan/örtük/gizli/ aranarak kavranacak anlamı. Diyebiliriz ki Okuyucu filmi içerdiği yan yollarla, alt metinlerle, örtük anlamlarla, soyut kavramların aldığı renklerle dolu bir filmdir. En yakıcı ve yüzleşmesi zor duyguların anlatımıdır. Tutkunun ölüm halidir.

 Film Hakkında Kısa Kısa…

 Kitap ve dolayısıyla film bir hukuk profesörü olan Schlink’ in hayat hikayesidir. Bu otobiyografik romanla yazar hem kendi geçmişiyle hem de Almanya’ nın geçmiş yaşamıyla yüzleşir.

 Kitabın yazarı Schlink, sonraki yıllarda filmin yapımcısı Weinstein şirketinden tek kuruş almadığı iddiasıyla dava açmıştır.

 Filmin çekim sırasında genç oyuncu David Kross henüz 18 yaşında olmadığı için çekimlere onun 18. yaş gününe kadar ara verilmiştir.

 Yönetmen Stephen Daldry filmin Hanna Schmitz rolü için önce The Hours ( Saatler ) filminde beraber çalıştığı Nicole Kidman  ile anlaşmış ama sonra Kidman hamileliği nedeniyle çekilince rolü Kate Winslet almıştır. Ve hem film hem Winslet için iyi ki öyle olmuştur.

 Film tam olarak bol ödüllü tabirinin temsilidir. Kate Winslet’ in en iyi kadın oyuncu dalında Oscar’ ı kazanması yanında BAFTA, Akademi, Altın Küre ve SAG tarafından pek çok dalda ödüle layık görülür.

 * Bu yazı Psikesinema Dergisi Tutku sayısında yayımlanmıştır.

Okuyucu
Etiketlendi:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir