kotunun-estetigi

 Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor? O zaman güçsüzdür. Yoksa gücü yetiyor da önlemek mi istemiyor? O zaman iyi niyetli değildir. Hem güçlü hem de iyi niyetliyse o zaman bu kötülük nereden geliyor? ”
Erikuros

 “ Erdemi tanımak için önce ahlâksızlıktan haberdar olmalıyız* . ” Marquis de Sade

 KÖTÜNÜN ESTETİĞİ VE MARQUIS DE SADE EDEBİYATI

 Leibniz, Theodicee adlı eserinde yaşadığımız dünyanın mümkün olan dünyaların en iyisi olduğunu söyler. Bu yorum, kitabın adını doğrular tarzda tanrısal adaletin savunusudur ( Teodicee Latince Tanrı ve adalet kelimelerinin bileşiminden oluşur ) ve dünyada bunca kötülük varken Tanrı’ nın niçin bunlara izin verdiği sorusuna Leibniz’ in  cevabıdır. Bu soruyu ilk soran kişinin Epikuros olduğu söylenir. Hume, Din Üstüne Diyaloglar adlı eserinde henüz cevaplanamadığını söylediği Epikurus’ un sorusunu tekrarlar: “ Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor? O zaman güçsüzdür. Yoksa gücü yetiyor da önlemek mi istemiyor? O zaman iyi niyetli değildir. Hem güçlü hem de iyi niyetliyse o zaman bu kötülük nereden geliyor? ”

 Teolojik bakış, insanların özgür iradeye sahip olduğunu ve iyiliğin var olabilmesi için kötülüğün yaratıldığını iddia eder. Bu yaklaşım semavi dinlerin ikili karşıtlık ilkesine uyan bir açıklamadır. Bu bakışa göre aydınlığı tanımlayabilmek için karanlığa ihtiyacımız olduğu gibi iyilik adına da kötülüğe gereksinim duyarız. Leibniz ise Theodicee savunmasıyla kötülüğün isyan etmiş bir karşıt güç değil tanrısal evrenin ayrılmaz bir parçası olduğunu dile getirir. Ancak bu yoruma itirazlar da kısa sürede yükselecektir. Voltaire 1759 yılında yazdığı Candide adlı romanla adeta Leibniz’ e cevap olarak dünyanın kötülüğünü resmeder. Kant’ ın itirazı ise, bilimsel değil inanç üzerinden bir açıklama yapılmasınadır. Hegel de bu eserin felsefi tutarlılık ve yorumlama gücü açısından eksik olduğunu ve yaratılışı bir pazar yerine indirgediğini söyler. Kötülük felsefesi böylece tartışılırken edebiyat kötülüğün elinden tutarak ve onun gözlerinin içine hiç çekinmeden bakarak yoluna devam eder.

 Kötünün Estetiği…

 “Bütün evrensel ahlak kuralları yararsız fantazilerdir* .

 Hegel’ e göre kötünün estetiği kendi içinde çelişkili bir kavramdır; kötü somut içerikten yoksun ve çorak olduğu için sanatın nesnesi olamaz, der. Ancak bu yorum kötünün estetik canlandırılışı sırasında ortaya çıkan heyecan verici çekiciliğin göz ardı edilmesidir. Kötülük vardır ve anlatısı çekicidir. Kötünün bağımsız bir estetik unsur olarak anlatımı 18. yüzyıl sonlarında ortaya çıkar. Bu yeni anlatım kötülüğü ahlaksal, hukuki ve dini otoritenin eleştirel bakışından kurtarır; ona bu imkanı veren sanatın ve özellikle de edebiyatın kurgusal olması, yani hayali insanların düşsel dünyasını anlatmasıdır. Böylece kavram ve kuramların yerini fantastik sivrilikleriyle kurmacanın dili alır. Ahlakın, yararlılığın, öğretilerin tahakkümünden kurtulan edebi estetik böylelikle kendi kurallarını oluşturur ve insanın iç yapısına yönelir.

 Tam da burada yıllardır tartışılan konu gelip karşımıza dikilmektedir: sanat toplumsal açıdan yararlı, ahlaklı ve iyiye yönelik bir öğreti mi olmalıdır? Yani -klişe tabirle söylersek- sanat toplum için mi yoksa sanat için midir? Kötünün kötülüğünü göstermek ve iyiye yönlendirmek mi amaç yoksa edebiyat herhangi bir amaca kilitlenmeden dünyada var olanları sadece estetik kaygıyla ve bir fayda gözetmeden anlatabilir mi? Aydınlanmacı düşüncede bile kötülük, tek taraflı bir ahlak dersi verme programını aşan iki yönlü bir resimdir. Edebiyat, kötülüğü rasyonel bir şekilde açıklamak yerine resmeder, ahlaki düzenlemenin ötesinde bağımsız bir biçim yaratır. “ Onu dürtü olarak, çirkinlik veya iğrençlik olarak, cinsel cazibe veya güç gösterisi olarak ya da sınır tanımamaya iten neden olarak ortaya koyar. ” Marquis de Sade’ ın deyimiyle, Çirkinlik sıradışı bir şeyken güzellik basitin, bayağının alanındadır.

 Hannah Arendt, Şiddet Üzerine adlı kitabında 20. yüzyılın Lenin’ in öngördüğü gibi savaş ve devrimlerin ve dolayısıyla şiddetin yüzyılı olduğunu belirtir. Yaşadığımız dünya savaşlar ve gaddarlıkla doludur. Bunun ilerleme ve uygarlıkla aşılması da mümkün görünmemektedir. Modernizm ve dünya savaşlarıyla, özellikle Auschwitz sonrası kötülük sıradan bir yaşam tarzı olarak yanı başımızda yer almaktadır. Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı adlı eserinde bunu çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer: binlerce kişinin öldürülmesinden sorumlu Nazi subayı Eichmann kötü bir şey yapmadığını, sadece emirleri uygulayan bir vatansever olduğunu söylediğinde çarparız bu karanlık duvara. Çağımızda kötülük kendisini politika sahnesinde, özellikle Foucault ve Agamben’ in analizlerinde belirttiği gibi biyopolitika alanında ortaya koyar. Bu alan, iktidarın insan bedenleri üzerinde her türlü şiddet ve yaptırımı uygulama yeridir. Arendt’ in tanımıyla iktidar şiddetle beraber yol alır, birinin iradesinin bir diğerinin iradesine bağlanması şiddeti oluşturur. Bir başkasının bedenine uygulanan şiddet edimi yaygın olarak ve meşru bir şekilde iktidarın hareket alanındadır. 

 Dünya böyleyken sanatın anlattığı kötülük  bir şiddet yaratımı değil gerçekliğin yansıtılması olarak ele alınmalıdır diyebilir miyiz?
“ Yaşadığımız bu dünyayı ben yaratmadım, onu sadece kayda geçiyorum* ” der Marquis de Sade, ki kendisi kötülük anlatımının en sıra dışı yaratıcısıdır. Edebiyatın asi yazarı, kabusların ve bilinçaltının efendisi. Karanlıkların ve kötülüğün prensi. Dürtülerin, arzuların, çılgınlıkların ve insan doğasının en karanlık köşelerinin anlatıcısı. Adıyla anılan sadizmin yaratıcısı.

 “ Gerçek, hayal gücüne edebiyattan çok daha az zevk verir.* ”

 Marquis de Sade…

 “ Hazza ulaşmanın yolu sadece acıdan geçer* . ”

 14 Temmuz 1784’ te Fransa’ da baş gösteren isyanın ateşiyle halk Bastille Hapishanesi’ ni ele geçirir. Bastille’ in alınması olarak kayda geçen bu olayın bir yanlış anlama sonucunda gerçekleştiği, o sırada hapishanede önemli hiç kimsenin bulunmadığı tarihin tozlu sayfalarında yer alan iddialar arasındadır. Ancak Bastille’ de yaşanan bu olaylar önemli bir şahsiyeti derinden etkileyecektir; Marquis de Sade’ ı. Aynı tozlu tarih tutanakları Sade’ ın hapishanede bir söylev vererek mahkumların ayaklanmasına neden olduğu için bir süre önce başka bir yere nakledildiğini, o sırada Bastille’ de bulunmadığını da söyler. Ancak Sade bu nakil sırasında hücresinde kalan elyazmalarını alamamış ve elyazmaları isyan sırasında kaybolmuştur.

 Yaşanılan bu dönemin Paris’ te ki özgürlük arayışı ve devrimin tam ortasında olmasının önemi büyüktür. Marki, fakir halkın özgürlük arayışıyla ilgilenmez. Toplumsal olaylar, açlık, yoksulluk ve ezilen halk onu ilgilendirmez. Onun özgürlük arayışı ve devrimi başkadır. O cinsel özgürlüğün ve devrimin peşindedir. Her ne kadar onun cinsellik  anlayışı bilinen sınırları aşan, çizgilerin ötesine geçen ve kötülük felsefesinin içinde büyüyen bir yaklaşıma sahip olsa da, Sade kendi özgür devriminin peşindedir.

 19 Nisan 1972 tarihinde Lacoste Anayasa Kulübü Başkanı’ na yazdığı mektupta Sade elyazmalarını bulamamanın üzüntüsünü dile getirir;
“ el yazmalarım kaybolduğu için gözlerimden kanlı yaşlar akıyor. Size bu kayıptan ötürü duyduğum mutsuzluğu anlatamam, çünkü benim için telafisi imkânsız bir durum… Tanrı’ nın bana layık görebileceği daha büyük bir mutsuzluk olamaz. ” Bu elyazmaları Sade’ ın iki ünlü eseri Sodom’ un 120 Günü ve Justine’ e dairdir. Justine, bir süre sonra bulunur ve yayımlanır. Oysa Sade’ ın kanlı gözyaşları dökmesine neden olan ve asla bulunamayacağı sandığı Sodom’ un 120 Günü’nün bir süre sonra edebiyatın ölümsüz anıtları arasında yer alacağını bilmeden ölür. Bu eser, 1926 yılında; Bastille’ in restorasyon çalışmaları sırasında bulunur ve gün ışığına kavuşur.

 Sodom, Yahudi – Hristiyan kültüründe adı sapkınlıkla özdeşleşmiş, varlığı tartışmalı bir şehrin, lanetli kentin adıdır. Tevrad’ da anlatıldığı üzere Lût Gölü’ nün bulunduğu yerde eskiden Sodom ve Gomorra adlı iki şehir yer alır. Bu şehirde yaşayan erkekler, homoseksüel ve ters ilişkide bulunmaları nedeniyle Tanrı tarafından cezalandırılır. Ahlaklı insanları saptamak için şehre gelen iki melek Lut Peygamber’ le karşılaşır. Lut Peygamber onları şehrin erkeklerinden korumak için evine kapatır. Ancak Sodom’ un sapkınları iki güzel erkeğin geldiğini duyarak Lut’ un evini çevirir. Lut onlara yalvarır ve rüşvet olarak iki kızını teklif eder. Onlara ne isterseniz yapın, konuklarıma dokunmayın, der. Ama sapkınlar bunu kabul etmeyerek zor kullanmaya kalkar. Bunun üzerine melekler onları kör eder ve Lut’ a ailesini alarak kaçmasını söyler. Tanrı gökten taş ve ateş yağdırarak iki şehri yok eder. Lut iki kızıyla dağa çıkar. Babalarının soyu tükenmesin diye ilk gece büyük kız, ardından da küçük kız babalarıyla yatar. Doğan iki çocuğun soyundan İsrailoğulları’ nın ünlü on iki kabilesinden ikisi ürer. Öykü, Sodom’ u sapkınlığın simgesi yapmış ve sodomizm anal seksin adı olarak yerleşmiştir. Ortaçağ da, Hıristiyanlığın en büyük günahlar arasında saydığı sodomizmin cezası ölümdür. Dante’ nin İlahi Komedya’ sın da da cehennem tasvirinde yer alır Sodomistler. Sade, halk için ölüm gerektiren suçun soylular için yaygın bir cinsel davranış olduğunun farkındadır ve Sodom’ u anlatısında kullanması bir ironi olarak da ele alınabilir. Eser neredeyse tüm dillere çevrilmiş ve Paola Passolini tarafından filme çekilmiştir. “ Gelmiş geçmiş en rahatsız edici film ” unvanına sahip olan bu film, Nazi Almanya’ sının kontrolündeki bir İtalyan kasabasında yaşanan faşist şiddet olaylarını anlatır. Sade’ ın eserinde yer alan dört bölümü ve sadizm sahnelerini anlatısına kaynak olarak seçen Passolini, iktidar gücünün sadist şiddetini çok çarpıcı bir şekilde yansıtır. 1975 yılında çekilen bu film, beyazperdeyi şiddetle kirleten, özellikle dışkı yeme ve sadist işkence  sahneleri nedeniyle izleyicileri oldukça zorlayan ve filmden mide bulantılarıyla ayrılmalarına neden olan bir filmdir ancak Sade tarafından yazılan kitabın filme göre çok daha rahatsız edici olduğu söylenebilir.    

 “ Çoktan söylemiştim: bir kadının kalbine giden yol işkenceden geçer. Ondan daha kesinini bilmiyorum.* ”

 Sade Yazını…

 “ Bizi yönlendiren ilkel dürtülerimizi takip ettiğimiz için Nil’ in taşkınlarından ya da denizin dalgalarından daha suçlu değiliz. * ”

 Sade’ ı  harfi harfine ciddiye almanın nafile bir çaba olduğu konusunda George Bataille ile hemfikir olmamak mümkün değil. Sade’ ın roman kişilerine atfettiği felsefi görüşlerin hiçbiri ele avuca gelmez. Ona hangi taraftan yanaşırsak yanaşalım o çoktan oradan kaçmıştır. Simone de Beauvoir 1955 tarihli Sade’ ı Yakmalı mı? başlıklı  denemesinde yazarın dilinde şizofrenik rüyaların monotonluğu olduğunu belirtir. Beauvoir’ a göre onun eserlerinde zamanın etkisi yoktur. “ Bizi davet ettiği sefahat alemleri belli bir yerde, belli bir zamanda değildir; daha da kötüsü çizilen karakterler olanlara hiçbir zaman tam anlamıyla dahil edilmez: Kurbanlar gözyaşına boğulmuş halde boyun eğer, zalimlerse çılgınlığa kapılmıştır; Sade keyifle bu insanların yer aldığı rüya alemine dalar, ama onlara yaşamsal bir yoğunluk vermez. ”

 Sade’ nin yazım tarzı olayların rapor verir gibi art arda sıralandığı bir biçime sahiptir. Edebi bir dil kullanmaz. Olayları gizem ve imalarla müphem kılmaz. Susan Neiman, bu yazım tarzını kaba saba olarak niteler. Beauvoir onun eserlerindeki yabancılaşma etkisini eleştirir. Camus, Başkaldıran İnsan adlı kitabında Sade’ ın özgürlüğünü bir tutsağın rüyası olarak tanımlar. Ancak bu eleştiriler Sade’ a  biricikliğini veren özellikleri işaret eder. Sade pornografisinin yazınsal tuhaflıklarından biri olarak tanımlanan ancak tam da bu tuhaflık sayesinde diğerlerinden ayrılarak farklılık kazandıran yan, haz tatmini için yapılan şeyleri ayrıntısıyla anlatmakla kalmayıp bir yandan da durmadan yorumlaması ve açıklamasıdır. O, yatak odasında felsefe yapar. Böylelikle cinsel edimlerin anlatımı entelektüel bir sahneye dönüşür. İşte onun eserlerini diğer erotik kitaplardan ayıran ve aradan geçen iki yüz yıllık zaman karşın hâlâ okunmasını sağlayan da budur.  “ …filozof küçük insani kibirleri pohpohlamaz, onun aradığı şey hakikattir, filozof ahmakça kibir kavramları içinde hakikati ayrımsar, ortaya çıkarır, detaylarına iner ve hiç çekinmeden onu şaşkın dünyaya sunar* . ”

 Onun metinlerinin ayırt edici yanı erotik anlatıma pedagojik derslerin, talimatların ve felsefi bir iç sorgulamanın eşlik ediyor olmasıdır. Onun amacı sistematik bir şekilde ve mantıksal işleyiş içinde haz tatminini ve sadist edimleri savunmaktır. Ernst Jünger’ in de belirttiği gibi bu anlatım tarzı en tipik örneğini Rousseau’ nun Emile’ in de gördüğümüz eğitim odaklı, toplumsal yazıların iğrençleştirilmiş bir düzenlemesidir. Sade, şehvet karşıtı ve erdemli bir hayatı savunan o yazılardaki yaklaşımı taklit eder ve tam tersini aynada yansıtarak dikkat çeker. Buna örnek olarak gösterebileceğimiz Yatak Odasında Felsefe kitabının beşinci diyalogda Cheavalier’ in erotik libertenliğin yararları konusunda attığı nutuktur ve Rousseau’ nun Toplum Sözleşmesi eserinin bir karikatürü gibidir. Sade’ ın anlatıları, değerleri dönüştürme ve yer değiştirme öyküleridir. Burada pornografik işlevden öteye geçen bir rol vardır.

 Sade’ ın anlatılarındaki kahramanlar ancak kötü davranışlar sayesinde kimlik kazanır. Justine’ de günahın zafer kazandığı, iyinin başarısız kaldığı bir sapkınlık dünyası yaratır. Yatak Odasında Felsefe’ de arzu bir oyun haline getirilir ve bir genç kıza her türlü hayal gücünü ve sınırı aşan bir cinsel deneyim kazandırma sahnesi kurgulanır. Kötülüğün bu tarzda yazımı, Roland Barthes ve George Bataille  başta olmak üzere birçok eleştirmen tarafından bir sınır aşımı olarak tanımlanmaktadır. Ancak Peter Alt bunu sınır ihlalinden çok kötünün normalleştirilmesi olarak adlandırır. Sade’ ın libertenleri ısrarla ahlaki yasaların kendilerini ilgilendirmediğini ileri sürerler ki, bu durum onlar için ihlal edilecek bir sınır bilincinin olmadığı anlamına gelir. Bataille, Sade’ ın faillerin değil kurbanların diliyle yazdığına işaret eder. Anlatılarda istismara uğrayan kadınların bakış açısı öne çıkar, korku ve işkencenin yol açtığı acılar ortaya koyulur.

 O halde Sadizm…

 “ Her şeyin bana uyum sağlaması gerektiğini düşündüm ki bütün evren fantezilerimi şımartsın ve istediğim zamanda onları tatmin etme hakkına sahip olayım. * ”

 Marquis de Sade,  yaşamı, görüşleri ve kitapları üzerinde en çok inceleme yazısı yazılan, eleştirilen, övülen, sevilen, yerilen, değişik bakış açılarıyla ele alınan sanatçıların başında gelir ancak eserleri konusunda fikir birliği olduğunu söylemek çok zor. Onun düşünce ve yazılarını ahlaksızlık olarak niteleyip yargılayanlar olmuştur bunca zamandır. Oysa biz yargılamanın değil nedenini ve nasılını bilmenin sınırında duruyoruz. Suç ve cezalarla çalışan ahlak, teoloji, hukuk alanları değil bizim yerimiz; sanat ve psikiyatri alanlarında yer alıyoruz. Yargılamanın değil anlamanın peşindeyiz. Amacımız Sade kitaplarının iç ahengini, dinamiklerini, alt metinlerini ve anlamını sezebilmek. Amacımız kurmacanın imkânlarını kullanarak insanın ve doğanın tüm yüzlerini ortaya koyabilmek. Erdemli olan kadar şeytani olanı da aynaya yansıtabilmek. Arzu ve dürtüleri doğru adlandırabilmek. Yargılamadan, sınıflamadan, dışlamadan.

 Edebiyat masum değildir, der Bataille, edebiyat suçludur ve suçlu olduğunu artık kabul etmelidir. Erotizm ölüme dek yaşamın onaylanmasıdır. Biz de Bataille’ i takip ederek suçlu ve kötü olanın alanında bir gezinti yapalım. Rehberimiz ise karanlık fantezilerin, hayal gücünün sınırsızlığının, sapkın arzuların yani insanın iç cehenneminin prensi Marquis de Sade olsun. Ancak daha fazla yol almadan sizi uyarmam gerekiyor, bildiğiniz her şeyi unutmanız, tüm değer yargılarınızı yok etmeniz gerekiyor. Bu yol oldukça rahatsız edici, iç bulandırıcı. Erotizmin olduğu kadar öldürmenin, işkencenin, ensestin, tüm vücut sıvılarını tatmanın yakıcı deneyimi eşlik edecek. Ama burada görecekleriniz aslında kutsal kitaptaki cehennem anlatılarından, ortaçağda engizisyonun verdiği cezalardan, İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarında yaşananlardan, Afrika’ da  kabile savaşları sırasında uygulanan şiddetten, sömürgeci ülkelerin kölelere ve Amerika’ nın Kızılderililere uyguladığı yaptırımlardan farklı olmayacak. Hatta düşünürseniz bunlardan çok daha fazlasının yanı başımızda sürüp gittiğini bulabileceğiniz örneklerle çoğalacak.

 O halde tekrar sormak gerekiyor: kötü ve estetik kavramları aynı cümlede kullanılabilir mi? Kötünün estetiği, Hegel’ in dediği gibi çelişkili bir kavram mıdır? Sade, suçun anatomisini mi anlatır? Sadizm, içimizdeki kötülüğün ve karanlık ruhun arkeolojisi olarak tanımlanabilir mi?

 Ya da tüm bunları kimse anlatmazsa; hep karanlıkta bırakılıp yok sayılırsa eğer kötülük, kötü olmaktan kurtulur mu?

 “ Yok etme bilimi değilse nedir savaş? Alenen savaş tekniklerini öğretmek ve en hünerli katiller olduklarını kanıtlayanları madalyalarla ödüllendirmek tuhaf bir körlük değil mi? * ”

 * işaretli alıntılar Marquis de Sade’ a aittir.

 Kaynakça

 Yatak Odasında Felsefe, Marquis de Sade.

 Sodom’ un 120 Günü, Marquis de Sade.

 Aforizmalar: En Çok Kendine Yabancıdır İnsan, Marquis de Sade.

 Edebiyat ve Kötülük, George Bataille.

 İç Deney, George Bataille.

 Şiddet Üzerine, Hannah Arendt.

 Kötülüğün Sıradanlığı, Hannah Arendt.

 İçimizdeki Kötülük, Peter Andre Alt.

 * Bu yazı Psikeart Sadizm sayısında yayımlanmıştır.

Marquis de Sade ve Kötünün Estetiği
Etiketlendi:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir