bir-kibir-meselesi

Bilmek Ya Da Bilmemek, İşte Bütün Kibir Bu!

 Kibir ki yedi günahtan birisi belki de en beteridir, bize de ondan sakınmak düşer, diye başlayabilirdi bu yazı. Oysa bu kez bilinen ezberleri bozalım ve oyunu tersten oynayalım. Güvenli yolları, genel kabulleri bir kenara bırakıp kibrin o denli kötücül olmadığını, günah keçisi rolünün üzerine kaldığını varsayalım. Önyargıların önüne geçerek “ acaba? ” diye sormaya cesaret edebiliriz böylece. Olur ya, belki de insanlığın gelişimi için gerekli olduğunu bile söylemeye vardırabiliriz işi.

 Kibrin özünde iyilik içeren bir kısım varsa eğer, onu aramamız gereken yer tarihin derinlikleri olmalı. Tragedyaları rehber alarak Oidipus’ a, Hamlet’ e ve Lanthimos’ un öldürdüğü kutsal geyiğe odaklanalım. Yani üç farklı çağdan üç köşe taşı tragedyaya uzanalım ve gerçeği bulmaya çalışalım öyleyse. Aynaya aksini yansıtarak bütünü tamamlayan eksik parçaya ulaşabiliriz böylelikle. ” Çünkü oyun denen şeyden murat, eskiden de böyleydi, şimdi de öyle, bir çeşit ayna tutmaktır gerçeğe; iyiliğe suretini, kötülüğe suratını, her devrin heyetine de, heybetine de aksini ve aksiliğini göstermektir. ” ( Hamlet- W. Shakespeare ) 

 Tragedya ve Kibir

 Kibir ya da namı diğer hubris, tragedyaların olmazsa olmazlarındandır. Tragedya dediğimiz zaman kendine has kuralları olan bir sanat dalıdır aslında bahsettiğimiz. Adını bilime ve psikiyatriye emanet eden Oedipus’ tur, Elektra’ dır, İfegenia’ dır.

 Tragedyaların belli başlı kuralları ve ölçütleri vardır. Bunlar Aristoteles tarafından yazılan Poetika adlı eserde tanımlanmıştır.
“ Tragedya, sahnede insanlar tarafından gerçekleştirilen, belirli bir uzunluğu olan, süslü bir dilin kullanıldığı, acıma ve korku yoluyla arınmayı ( katarsis ) gerçekleştiren olayların taklit ( mimesis ) ile yeniden sunumudur. ” Trajik kahraman, trajik sona doğru yol alır.

 Tarihteki izlerini 2500 yıl önceye kadar götürebiliriz. Kelime anlamı
“ keçi şarkısı ” olan tragedyalar, Antik Yunan uygarlığında sahnelenen şarkılı tiyatro eserleridir. Satirler yani mitolojik keçiler, ayinlerin ve ritüellerin önemli figürlerindendir. Ünlü Dionysos ayinleridir söz konusu olan ve tiyatronun da zeminini oluşturan. Koronun şarkı söyleyerek eşlik ettiği bu gösteriler zaman içinde şarkılı kısımların azaldığı, diyalogların eşlik ettiği bir form kazanmıştır.

 Tragedyaların temel özelliklerinden bazıları kibir anlatımı açısından önemlidir. Bunların başında Hamartia gelir. Kaderin döndüğü an anlamındaki hamartia, kahramanı trajik sona götürecek olan yolun ilk adımıdır. Her ne kadar antik dönem tragedyaları mitolojik anlatıların yeniden düzenlenerek sunumu da olsa, trajik kahramanlar mitolojik tanrılar ya da yarı-tanrılar değil insanlardır. Bu nedenle hata yapmaya hakları vardır. Hatta hata yapmaya yazgılıdırlar ve bu nedenle acı çekerler. Trajik hata yani hamartia bir tür suç ya da günah değildir. Bir yanlış anlama, amacını aşan bir söz ya da hareket, belki bir anlık gaflet, basiretsizlik denebilir. Kahramanımız yanlış bir karar verir ve kaderi değişir. Ona yazılmış olanı, yazgısını değiştirmeye cüret eder. Bunu yapmasına, yazgıya karşı çıkmaya cesaret ettiren şeyse kahramanın kibridir. İşte karşınızda hubris…  Kader çizgisini değiştiren uğursuz ve şuursuz tutum. Kahramanı trajik kahramana, anlatıyı tragedyaya çeviren olmazsa olmaz davranış. Kahramanın düşüşüne neden olan ölümcül hata. Kibir, yani namı diğer trajik hata.

 O zaman iki bin yıllık süreç içinde ele aldığımız bu üç tragedyada -Kral Oedipus, Hamlet ve Kutsal Geyiğin Ölümü filminde- kahramanın trajik hatası nedir diye sorabilir miyiz? Kader çizgisinin kırıldığı an onun hangi eyleminden kaynaklanır? Kibir bunun neresinde durur?

 Kral Oedipus…

 Tragedyanın kuralları hâlâ iki bin beş yüz yıl önceki tanımlamalara, Aristoleles’ in Poetika anlatısına bağlı olsa da türe ait eserler çok çeşitlilik gösterir. Ancak tragedyanın birincilik madalyası, çağları aşarak gelen Sophokles’ in Oedipus anlatısına aittir. Aristoteles bile tragedya kurallarına en çok uyan eser olarak onu işaret eder. Oedipus’un adını mitolojiden, filmlerden ya da en azından babayı simgesel olarak öldürmenin sembolü olarak kullanan Freud’dan duymuşuzdur mutlaka.

 Mitolojik anlatı şu şekildedir: Thebai’ de Kral Laios ve Kraliçe İokaste hüküm sürer. Kehanete göre asla oğul sahibi olmamaları gereklidir çünkü o oğul doğarsa babasını öldürüp annesiyle evlenecektir. Buna rağmen bir erkek evlatları olunca onu ayaklarından bağlayıp kurtlar yesin diye doğaya bırakırlar. “ Şiş ayak ( ödem pedis ) ” anlamındaki adı da buradan gelir. Ancak terk edilen hatta ölümün kucağına atılan bu bebek ölmez. Başka bir ülkede, başka bir isimle büyür. Ama evi bildiği yerden uzakta, tanımadığı bir adam olan babasını öldürmektir yazgısı. Sonuçta olaylar öyle gelişir ki kehanet doğrulanır. Babası olduğunu bilmeden Kral Laios’ u öldüren Oedipus annesiyle evlenir. Ancak tragedyanın asıl anlatısı burada bitmez aksine ivme kazanır. Artık kralı olduğu Thebai’ de o sırada bir veba salgını ortaya çıkar. Bu felaketin nedeni olarak eski bir cinayeti gösterir kahinler. Halk bilge ve yüce kralları Oedipus’un bu cinayetin gizemini ve veba felaketini çözmesini beklemektedir. Her şey çürüme halinde, kent yok olmak üzeredir. İnsanlar yalvararak Oedipus’tan yardım dilemeye gelmiştir. Kentin kurtarıcısı da zaten odur ve bir zamanlar üstün zekasıyla Sfenksten kurtarmıştır onları.

 Oedipus bu cinayeti çözmek ister. Her şey, her ses, her fısıltı ona dur dese de, yolundan çeviremez. Tanrılara, kahinlere başvurur. Ulaşacağı bilgi ise acının bilgisidir. İç yakan, kahreden, bilinmemesi gereken bilgidir. Kendi babasını öldürdüğünü öğrenince gözlerini oyar ve sessizliğe, yalnızlığa mahkum eder kendisini.

 Oedipus’ un trajik hatası ne babasını öldürmek ne de annesiyle evlenmektir. Onun kader çizgisinin kırıldığı yer “ bilmek ” istemesidir. Kader ( sizliğ ) i burada gizlidir. O ki gerçek gerçeği, acı bilgiyi bilmek ister işte orada başlar düşüşü. Ona verilen bilgiyle yetinmemesinde, merak etmesinde, araştırmasında, bilmeye cüret etmesinde gizlidir kibri.
“ Burada hesap edilmeyen şey Oedipus’ çu etkinliğin temelini, bilmenin pathosunu oluşturan şeydir: bilmemenin daha iyi olduğu şeyi bilme hırsı, anlamayı engelleyen öfke, hakikati sunulduğu biçimde kabul etmeme, bilginin katlanılmazlığının yol açtığı yıkım ” olarak tanımlar bunu Ranciere. Oedipus’ u çağlar boyunca yaşayacak bir isme, imkansız bir trajik kahramana dönüştüren de budur.

 Kral Oedipus tragedyasındaki kibir “ bilmeye cüret etmekte ” gizlidir. Kahramanın düşüşüne neden olan ölümcül inat, namı diğer trajik hata. Aynen Adem’in elmayı koparıp cennetten düşmesi gibi, onun düşüşü de bilme arzusunda gizlidir. Peki, tragedyaya göre hubris sormak, sorgulamak ve öğrenmek istemekse eğer, kibir kötü müdür?

 “ İyi demek kötü demek, kötü demek iyi demek; sisli puslu havalarda kanatlanıp uçmak gerek. ” ( Macbeth – Shakespeare )

 Tragedyaların başka bir özelliğinin de ikili karşıtlıklar yerine çelişkilerin varlığı olduğu söylenebilir. İkili karşıtlık yani iyinin karşısında kötülüğün, ışığın karşısında karanlığın, güzelliğin karşısındaysa çirkinliğin yer aldığı dünya bize çok tanıdık gelecektir. Hem semavi dinler hem de aydınlanma felsefesi bu şekilde bakar dünyaya ve bizler de karşıtlıkların evrenini öğreniriz doğduğumuz günden itibaren. Kullandığımız dil bile bu bakış açısıyla gelişir, bir şey söylediğimizde dillendirmediğimiz karşıtını da ifade ederiz. Oysa tragedyalarda durum tam olarak böyle değildir. Tragedyalar öz itibarıyla paradoksaldır, ikili karşıtlıkların çarpışması değil değil zıt birlikteliklerin buluşma yeridir. İyiyle kötünün çekişmesini değil ne iyi ne de kötü ( ya da hem iyi hem de kötü ) olanı anlatır. Mutlak sınırlarla ayrılanın değil iç içe geçmiş olanın dünyasıdır. Trajik kahraman kader kurbanı olduğu kadar kadere karşı çıkma kibrini gösterendir. Hem suçlu hem masum olandır. Bunu en etkin şekilde Kral Oedipus’ ta görürüz. O bir kahin, geleceği gören bir bilge olmasına rağmen kendi geçmişini bilemez. Sfenksin sorduğu bilmeceyi çözecek kadar bilge ama kendisi hakkında hiçbir şey bilmeyecek kadar saftır. O bilmeceyi bilerek Thebai halkını Sfenksten kurtardığı için yüce ama Kral Laios’ u öldürdüğü için canidir aynı bedende. İşte bu çelişkilerin barışık yaşadığı trajik yaşamda kibir de ne iyi ne de kötüdür ya da hem iyi hem kötüdür diyebiliriz. Çelişkilerle dolu gerçek dünyanın tragedyal izdüşümüdür.

 Hamlet’ in Azabı…

 Oedipus’ a bir süreliğine veda ederek zamanda bir yolculuk daha yapalım ve günümüzden dört yüz yıl önceye, Shakespeare’ e gelelim bu kez. Shakespeare’ in tragedya türünde verdiği eserlere baktığımızda Aristoteles’ in sıkı kurallarından bir adım daha uzaklaştığını görürüz. Hatta komedya ve tragedyalar iç içe geçer bazen. Ama bize gerekli olan cevher taptaze korunmaktadır onun yapıtlarında da: trajik hata ve hamartia. Kibir konusunda en verimli oyunu Macbeth olmasına rağmen kahramanı yazarı kadar ünlü olan oyunu, Hamlet’ i ele alabiliriz.

 Hamlet, yazarın olgunluk dönemi tragedyalarından en ünlüsü ve çoğunlukla başyapıtı olarak kabul edilir. Shakespeare’ i en çok uğraştıran eseri olduğu da söylenir. Yüzyıllardır eleştirmenlerin, yönetmenlerin ve psikiyatristlerin elinden çekmediği kalmamış, Freud, Jung ve ya Lacan’ a yaslanan yaklaşımlar Hamlet’ i oedipal dönemi aşamamış bir çocuk, aile çemberini kırıp yaşamını ailesinden uzaklaşarak yeniden kuramayan toy bir delikanlı, eylemsiz kalmaya tutsak bir kişilik ve erke ulaşamamış saplantılı bir birey olarak tanımlayadursun, Hamlet yorum ve analizlere göğüs germeye devam etmiştir.

 Danimarka Kralı baba Hamlet’ in hayaletiyle açılır sahne. Bu huzursuz ruh, yasını tutan oğlu Hamlet’ e görünerek bir cinayete kurban gittiğini, bu yüzden huzur  bulamadığını iletir. Katilse öz kardeşi yani Prens Hamlet’ in amcası Claudius’ tur. Tahtına ve sevgili eşine sahip olan amcasından öcünü almasını ister. Ve bu istekle de Hamlet’ in azabı başlar.

 Genel yorumlar Hamlet’ in neden intikam almayı geciktirdiği noktasına odaklanır. Oysa beklenti Hamlet’ in bu cinayeti öğrenir öğrenmez amcasından hesap sorması, hatta o dönemin şövalyelik kuralları göz önüne alındığında onu öldürmesi, hakkı olan tahta çıkarak Ophelia ile evlenmesi ve mutlu mesut yaşaması yönündedir. Her ne kadar kralı öldürerek ve tahta sahip çıkarak amcasının yaptığı şeyi tekrarlayacağı bilinse ve bu davranışıyla o da bir kral katili olacaksa da seyirci bunu umar, bunu bekler. Shakespeare ise bu tuzağa düşmez çünkü Hamlet’ i yoz bir düzende aynı anda oğul, prens ve aydın bir kişilik olmanın çelişkisi olarak yazmıştır. Hamlet, gerçeğin peşine düşen, bu nedenle kendisinden beklenen eylemi gerçekleştiremeyen, “ olmak ya da olmamak ” meselesi arasında, çelişkiler denizinde boğulan ve acı çekendir. O da aynı Oedipus gibi acı da olsa gerçeğin peşine düşendir. Bilmeye, öğrenmeye cüret edendir. Bu nedenle uzun uzun planlar yaparak hayaletin sözlerini test eder. Ve Hamlet’ in trajik hatası burada yatar. Ne eyleme dökülemeyen ikilemleri, ne delirmeye kadar götürdüğü ve ölümüne yol açtığı Ophelia ile ilişkisi ne de neden olduğu ölümlerdedir o hata. Gerçeği öğrenmeye karar verdiği anda yazgıyı tersine çevirir. Oysa kader, ördüğü ağlarla bir intikam peşine düşürmek ister, öfkesinin aklına baskın çıkmasını arzular. Hamlet ise kadere, yazgıya, babasının ve izleyicilerin beklentilerine karşı çıkma kibrini göstererek gerçeği bulmaya inat eder.

 Hamlet, eyleme geçme zorunluluğunda kıstırılmış bir aydının yüzleştiği açmazların oyunudur. Bunun bedelini oyun süresince oyunlar oynamak zorunda kalışıyla öder. Hamlet derin bir ahlak sorunu, çözümsüz bir etik çatışmadır. Olmak ya da olmamak meselesine odaklanan varoluşsal bir sorgulamadır. İnanıvermenin, kendisine söylenenleri –her ne kadar babası söylese de- sorgusuz kabul etmenin karşısına sorgulamayı, gerçeği öğrenmeyi koyar. Duygularıyla değil aklıyla hareket eder. Hamlet tragedyasındaki kibir de “ bilmeye cüret etmekte ” gizlidir.

 Kutsal Geyiğin Ölümü…

 Ünlü Yunan yönetmen Yorgos Lantimos’ un 2017 yılında vizyona giren filmi Kutsal Geyiğin Ölümü çok ses getirdi, çok tartışıldı. İnsanı çarptığı sert duvarla ve Lantimos’ un müthiş psikolojik anlatımıyla fazlasıyla da hak etti bu ilgiyi. Filmin ele alınabilecek pek çok yönü var elbette ama bu yazı için odağımız trajik hata olarak kibir anlatımı ve filme adını veren Euripides’ in İfegenia Aulis’ te tragedyası.

  Anlatı gene Yunan mitolojisine yaslanır. Truva Savaşı için hazırlanan Kral Agamemnon gerekli rüzgarın bir türlü esmemesi üzerine kahinlere danışır. Aldığı yanıt kan dondurucudur. Rüzgarın esip gemilerin Truva’ ya gidebilmesi için kızı İfegenia’ yı Tanrıça Artemis’ e kurban etmesi gerekir. Bir kararsızlık dönemi yaşasa da ülkesi adına kızının ölümüne razı olur ve onu kurban eder. Ancak Tanrıça Artemis gizlice İfegenia’ yı kurtararak yerine bir geyik koyacak ve kutsal geyik ölecektir. Ünlü Yunan yönetmen Lanthimos Kutsal Geyiğin Ölümü filmini Euripides tarafından yazılan bu tragedya üzerine kurgular. Ünlü bir kalp cerrahı olan Steven ile bir kalp ameliyatı sırasında ölümüne yol açtığı adamın oğlu Martin arasındaki düellodur anlatılan. Martin ölen babasına karşılık ailesinden bir kurban istemekte, hatta bunu Steven’ ın özgür seçimine bırakmaktadır. Tanrıların ve kurbanların sürekli yer değiştirdiği kaygan ve kaypak bir zemin yaratır Lanthimos. Ve bu zemin üzerinde bir ölüm kalım mücadelesi verenlerin insanlıktan çıkışını, iki yüzlülüklerini yansıtır perdeye. Steven başlı başına bir kibir abidesi olarak yer alır filmde. Ama Steven’ ın trajik hatası ne ameliyatta ölüme sebebiyet vermesi ne de kişilik yapısıdır. Steven’ ın hamartiası Martin’ e aldığı pahalı saattir. Bu, ancak bir babanın egemenlik alanı olabilecek o hassas sınırı geçmek demektir. Bu saatle trajik zaman, düşüş başlar. Steven, Martin’ in acısına dokunmak istediği, onun acısını öğrenmeye çalıştığı yerde kaderin kırılmasına neden olur. Onun da ölümcül hatası gerçeğin peşine düşmesi, durmasına neden olduğu kalbin başka bir kalpte yarattığı fırtınaları merak etmesidir. Modern bir anlatının binlerce yıllık kadim trajik hatası ve hubrisi, bilmeye cüret etmektir.   

 Öyleyse Bir Trajik Hata Olarak Kibir…

 Tüm bu tragedyalar bize ne anlatır? Kibri aklamak ya da en azından cezai indirime gitmek mümkün müdür? Ve hatta savunma konuşmasında kibir olmasa ne sanat ne uygarlık olurdu ve insan sıradan bir canlı olmanın ötesine geçemezdi deme hakkına sahip miyiz?  

 Savcı iddia makamı olarak derdi ki: kibir, eski kadim tapınakların girişinde yer alan “ Kendini Bil ” sözünün zıt ikizidir. İçsel bir yolculuğa çıkmak yerine bireyin kendinden uzaklaşması, hatta bu yolda hızını alamayarak en yukarılara çıkma haddi de denebilir. Öyle yükseklere ulaşır ki yol, çıktığı bulut-üstü manzarada kendinden başkası görülmez olur. Ve hatta tanrısal özelliklerle donatır, bir tür yarı-tanrı sayar kendini bazen. Kibir, varoluşsal bir trajedi ve insanın trajik hatasıdır. Bu ölümcül hataysa tragedyanın olmazsa olmaz koşuludur.

 Belki bu sözlere savunma makamı olarak cevap verebiliriz biz de: kibir, insanın haddini aşması yani sınır aşımıdır, bu doğru. Ancak aynı zamanda kendine koyulan sınırın ötesini öğrenme merakı, çabasıdır başka bir açıdan bakınca. Kibir, aynı tragedyalar gibi içinde zıtlıkları ve çelişkiyi barındıran bir duygudur. Bir çatışma, mücadele, eylem arenasıdır. Özü itibarıyla hem iyi hem kötü ( ne iyi ne de kötü ) olandır. İnsanın kendini tanıması için gerekli olan, haddini bilmesi için deneyimlemesi gereken sınır ihlalidir. Tragedyalardaki kutsal karara, kadere, edilgenliğe karşı çıkış yani özgür iradeyle karar verme gücüdür. Kişi kibir göstererek karşı çıkar sınırlamalara. Merak eder, öğrenmek ister, sorgular, itiraz eder ve yeni sorular sorarak farklı cevaplar arar. Yazgıya boyun eğerek rahat ve huzur içinde yaşayacağına insanın kendi kararını vermeye cüret etmesidir. Kadere karşı çıkarak yolunu çizme isteğidir. Edilgenliğe ve uysallığa karşı özgür iradenin ve hata yapma hakkının savunulmasıdır. Tanrısal varlığın her şeyi bilme yetisini istemeye cüret etmektir kibir ama işte sanat, bilim, uygarlık tam da bu sayede var olur. İnsana ait sınırın üstüne çıkma haddi de denebilir ki yaratıcı eylemlere meyletmesi ve bununla sanatı, uygarlığı, bilimi yaratma çabası da buradan gelir. Kibir uyarılara rağmen trajik kahramanın yolundan dönmediği inatçı gururudur.

 Kibir, varoluşsal bir trajedi, insanın trajik hatası. Tragedyanın olmazsa olmaz koşulu. Ama zaten değil mi ki “ tanyerinden günün ilk ışıkları da gelir, belalı kasırgalar, korkunç gök gürültüleri de… ” ( Macbeth – Shakespeare )

 *Bu yazı Psikeart Kibir sayısında yayımlanmıştır.

Bir Kibir Meselesi
Etiketlendi:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir