taksi-driver-film
Şiddetin Ve Dengesizliğin Anatomisi: Taksi Şoförü

Birçok büyük sanat eserinin sembolleri vardır. Bir bakış, renk, desen, hatta bir tını size o eseri anımsatır hemen. Büyük filmlerin de unutulmaz replikleri… Robert De Niro 2016 yılında yaptığı bir konuşmada son kırk yıldır hemen her gün sokakta karşılaştığı insanlardan en az birinin yaklaşıp “ Bana mı söylüyorsun? ” dediğini dile getirir. “ Bana mı söylüyorsun? ( You talking to me? ) ” repliği Taksi Şoförü filminin unutulmaz sahnelerinden birisidir. De Niro, senaryoda yazılı olmayan bu monologla en iyi doğaçlama sahnelerden birine can verir. O kadar etkileyicidir ki, senarist Schrader “ Filmin en iyi sahnesi, ama ne yazık ki onu ben yazmadım ” diyecektir. Ayna önünde kendi aksiyle yaptığı konuşma, filmde oynadığı efsanevi Travis Bickle karakterinin ruh halini ve iç dinamiklerini gözler önüne seren bir ayna işlevine sahiptir.

 Sinema tarihinin en önemli filmlerinden birisidir Taksi Şoförü. Hem kadroda yer alan ekibin üstün performansı hem de ele aldığı konuya ters açıdan, farklı, felsefi yaklaşımı sayesinde kazanır bu unvanı ve aradan geçen kırk yıla rağmen sinema ve şiddet konusunda ilk akla gelen filmlerden birisi olur. Martin Scorsese, en iyi filmlerinden biri olarak gösterilen Taksi Şoförü’ n de, şiddeti sadece görsel sahnelerle ortaya koymaz.  Şiddetin tüm şehre, günlük hayatın içine, hepimizin yanı başına kadar sokulduğunun farkına varmamızı sağlar. Kimi zaman iyi bir amaç uğruna yapıldığını düşünerek onayladığımız ve hatta yücelttiğimiz şiddetle yüzleştirir bizi. Suç ve suçlu kavramlarının hukuk, adalet, ahlak ve vicdan açısından hangi tanıma karşılık geldiğini yani duruma göre değişen suç ve şiddet anlayışımızı gün ışığına çıkarır. Ve bazen yaşamın içine dâhil ederek normalleştirdiğimiz, yok sayarak görmezden geldiğimiz, alıştığımız, kanıksadığımız ve tam da bu nedenle suç ortağı olduğumuz şiddetli yansıtır. O şiddet ki, çöpler gibi yayılır tüm şehre. Bir yağmurun sokakları temizlemesi gibi yıkayarak arınmak ister insan. “Bir gün öyle bir yağmur yağacak ki caddedeki bütün pislikleri temizleyecek” dediği gibi Travis Bickle’ ın.

 Travis Bickle… taksi şoförü...

 Vietnam Savaşından dönen eski bir deniz piyadesidir Travis. Geceleri uyuyamaz ve o gecelerde hem şehri gezmek hem de para kazanmak için taksi şoförü olmak ister. Ve çalışmaya başlar; Harlem, Bronx gibi suç oranının yüksek olduğu yerlere gider. Zencileri, fahişeleri alır arabasına. Bir yandan da şehrin pisliğinden ve pislik olarak gördüğü bu insanlardan nefret eder. Yalnız bir adamdır, “ Yalnızlık beni tüm hayatım boyunca izledi, her yerde. Barlarda, arabalarda, kaldırımlarda, dükkanlarda, her yerde. Kaçış yok. Ben Tanrı’ nın yalnız adamıyım ” diyecek kadar yalnız. İnsan ilişkilerinde sorunlu. Kadınlarla iletişim kuramaz. Bir gün beyaz elbisesi içinde yürüyen, Demokrat Parti başkan adayının seçim programında çalışan o kadını görür: Ulaşılmaz ve melek misali Betsy’ yi. Günlerce izlediği Betsy’ ye bir gün yaklaşır ve onunla kahve içmek istediğini söyler. İlk buluşmanın ardından sinemaya davet ettiği kadını bir porno filmine götürme gafletinde bulunur. Niyeti kötü değildir Travis’ in, tek bildiği bu filmlerdir ve tek iletişim şekli böyledir. Daha fazlasını yapamaz çünkü onun hayata bakışı, yaşamı bu sınırların dışına çıkamamıştır hiçbir zaman. Elbette bu sığ adamı gören Betsy de çok farklı olduklarını söyleyerek ilişkiyi bitirir. Telefonlara cevap vermez, onunla bir daha görüşmez. Travis’ in hayatında bir kırılma yaratır bu durum. Gittikçe daha çok anti – sosyal kişilik yapısı sergilemeye başlar. Bir silah satıcısından silah alır, hem de bir değil dört tane. Bu silahları taşımak için özel mekanizmalar yapar. Vücudunu tekrar bir asker gibi forma sokmak için her gün spor yapar. Kendi vücuduna karşı yaptırımı öyle bir noktaya gelir ki elini ateşte yakan ve buna dayanmaya çalışan bir adam çıkar karşımıza. Ayna karşısında kendi kendine konuşan. Kovboy çizmelerini ve asker ceketini hiç çıkarmayan hatta geceleri onlarla uyuyan.

 Bu sırada bir gün yolda çocuk yaştaki bir fahişe ile karşılaşır. Aslında bu kız daha önce taksisine binmiş ve onu acilen götürmesini istemiş, ancak onu pazarlayan adamın müdahalesiyle taksiden inmek zorunda kalmıştır. İkinci karşılaşmada ‘ on beş dakikası on beş dolar ’ olan bu kız için para öder ve otele giderler. Kızın adı Iris’ tir ve sadece 12 yaşındadır. Travis, onu kurtarmak için geldiğini söyleyerek kıza dokunmaz. Ona eski masum günlerine dönmesi için para vereceğini ve ailesinin yanına gitmesini söyler.

 Betsy ile yaşadığı başarısız ve sevimsiz deneyim Travis’ in hayatını daha da kaotik hale getirecek, kişiliğinde yer alan patolojik kapalı kapıları açacaktır. Ailesine bir kart yazarak hükümet için gizli bir görevde çalıştığını, bu nedenle adresini yazamadığını ama Betsy adında çok güzel bir kız arkadaşı olduğunu anlatır. Silah alması da bu döneme denk gelir. Travis bir suikasta hazırlanır. Hedef, Demokrat Parti başkan adayı Palantine’ dır. Niçin onu seçtiği her ne kadar filmde net bir şekilde dile getirilmese de izleyiciye ipuçları film  boyunca verilir. Palantine, Demokrat parti başkan adayıdır. Seçim sloganını “ Biz halkız ” olarak belirler ve savaş karşıtı açıklamalar yapar. Vietnam savaşına da karşıdır. Her şeyden önce Palantine’ nın seçim vaatleri Travis’ in hayata ve dünyaya dair takıntılarına aykırıdır. Kendisini reddeden Betsy de Palantine için çalışmaktadır. Odasına Palantine’ nın fotoğrafını asar. Korumaları ile konuşur, onu takip eder. Ancak tam silahını çekeceği anda korumalar tarafından fark edilerek kaçmak zorunda kalır. İlk hedefe ulaşamayınca yeni bir hedefe doğru yol alır. Iris’ i kurtarmaktır amaç. Filmin en kanlı ve şiddet içeren sahnesine gireriz böylelikle. Önce kadın satıcısı Sport’ u, sonra saatlik oda kiralayan otel sahibini ve son olarak da küçük kızın yanındaki adamı vurur. Kendisi de vurulur. Silahını kendi başına doğrultur ama silah boştur. O sırada gelen polislerce tutuklanır. Kendi odasında Iris adına yazılmış bir mektup ve eve dönmesi için para bırakan Travis, küçük kızı kurtarmak adına şehri kötülerden temizlediği izlenimi yaratır ve böylece kahraman olur. Medya ve halk onu kahraman ilan eder. Ceza bile almaz. Tam bir başkan adayını öldürüp azılı bir katil, bir suikastçı olacakken saniyelik farkla şimdi kahraman olmuştur. Elinde bunca ruhsatsız silahla bir değil üç kişiyi vurmasına rağmen hem de. Suç, hedef değiştirerek bir kahramanlık nişanına dönüşür.

 O Halde Şiddet Göreceli midir?

      Walter Benjamin, Şiddetin Eleştirisi Üzerine adlı makalesine “ Bir şiddet eleştirisinin görevi, şiddetin hukuk ve adaletle ilişkisini ortaya koymaktır ” diye başlar. Hukuka aykırı ve hukuka uygun şiddet, sanıldığı kadar açık ve net sınırlarla belirlenmiş değildir. Burada adalet ve hak kavramları anahtar rol üstlenir. Aktivistlerin ateşli konuşmalarında ileri sürdükleri gibi şiddetin gerçekten vurucu bir eleştirisini yapmak hiç kolay değildir. Bireylere yönelik hiçbir zorlamanın kabul edilemeyeceğini söylemek bir eleştiri sayılamaz ve gerçekçi değildir. Tam bu noktada militarizmi ve yüce amaçlara hizmet eden şiddeti nereye koyacağımız sorunu karşımıza dikilir. O halde kilit soru şu olabilir mi? Şiddet bir amaç mıdır yoksa araç mı? Yüce, iyi, ahlaklı ve ya adil amaçlara ulaşmak adına araç olarak kullanılan şiddet, kabul edilebilir bir şey midir? Daha açık ve net sormak gerekirse bir savaşta ülkesi adına bir insanın başka bir insanı öldürmesi ya da devletin kolluk güçlerinin şiddet uygulaması hangi tarafa denk düşer? Şiddet bizden olmayana; farklı din, millet, ırk ya da düşüncede olanlara karşı olunca meşru – müdafaa kategorisine dâhil edilebilir mi? Bu sorulara kendi tarafında cevap vermekle karşı tarafa, ötekilerin durduğu yere geçerek irdelemek arasında fark olduğu da söylenebilir. Kendi ülkemiz için savaşmanın doğallığı yanında ülkesinin yüce amaçları uğruna, savaş şartları geçerliyken Yahudi soykırımını uygulayan Nazi subayları için şiddeti hoş görebilir miyiz mesela? Savaş hukuku, ahlaka uygun bir kıyafet giydirir mi şiddetin üzerine? Elbette bu konuda verilecek yanıtlar da çelişki ve açmazlarla dolu olmaya mahkûm görünüyor. İnsanın bir diğer insana uyguladığı, soğukkanlılıkla ve planlayarak yani ani bir dürtüyle değil de aklın tüm analitik yorumlarını kattığı şiddet eylemi İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan soykırımda cisimleşir. Çocuk, yaşlı, kadın binlerce insanı gaz odalarında öldürmek, yakmak, yok etmek. Ama bunlar savaşa ait yegane şiddet içeren görüntüler değil. Atom bombasıyla binlerce insanın, sivil halkın yanarak öleceğini bilmek ve gene de o bombayı atmak daha az şiddet içerir diyebilir miyiz? Buna benzer yüzlerce örnek sıralanabilir.

 Arendt, savaşın temel toplumsal bir sistem olduğunu söyler. Savaş ve şiddet konularında en önemli düşünürlerin başında gelir Hannah Arendt. Kendisi de Yahudi soykırımını bizzat yaşamış, yakınlarını kaybetmiş, savaş sonrası soykırımın mimarı olan Eichmann davasına katılarak izlenimlerini Kötülüğün Sıradanlığı adlı kitabında dile getirmiştir. Evet, kötülük denilen şey sanılanın aksine basit ve sıradandır. Hep bahanelerin ardına saklanır. Ve hatta bazen çok iyi niyetli olduğunu bile iddia edebilir. Eichmann’ da savunmasında sadece kendisine verilen emirleri uyguladığını, amacının vatanının iyiliği olduğunu dile getirir. İşin ilginç yanı der Arendt, bunlara gerçekten inanır. Oysa daha çok insanın daha kısa zamanda nasıl öldürüleceğinin hesaplarını yapmıştır ince ince. İşte kötülük, aynı suç ve şiddet gibi, bu denli sıradanlaşabilir.  Şiddet  Üzerine adlı kitabında 20. yüzyılın, Lenin’ in öngördüğü gibi savaş ve devrimlerin, dolayısıyla bu iki olgunun ortak paydası olan şiddetin yüzyılı olduğunu yazar. Şiddet araçlarının gelişimi artık öyle bir noktaya gelmiştir ki, hiçbir siyasal amaç insan aklının sınırları içinde bu araçların yıkıcı potansiyeline denk değildir. Engels’ in belirttiği gibi, iktidardan ve güçten farklı olarak şiddet her zaman araçlara muhtaçtır. İnsan eyleminin nihai amacıysa, fabrika üretiminin nihai amacından farklı olarak, asla öngörülemez. İnsan eylemlerinin sonuçları eylemcinin denetimini aşar. Öte yanan şiddet, içinde fazladan bir keyfilik öğesi taşır. Talih, iyi ya da kötü şans, insani meselelerde hiçbir yerde savaş alanında olduğu denli yazgı belirleyici rol oynayamaz. Arendt’ in sözlerini takip edersek, Travis’ in başkan adayına yönelik suikastı gerçekleştirememiş olması bir şans meselesi midir? İnsanın baştaki amacıyla sondaki eylem arasındaki ilişki öngörülemez midir? Travis’ in asıl niyeti nedir? Palantine’ ı öldürmek mi? Iris’ i kurtarmak mı? Kahraman olmak mı?

 Savaşın yarattığı şiddetin yanı sıra barışı sağlamak bahanesi altında yapılan şiddet türü de tarihte her zaman yer alır. Bunun bir örneği de Vietnam Savaşı’ dır. Sıcak, nem, arazi şartları ile boğuşmak zorunda kalan ve aslında halk için istenmeyen adam olduklarını fark eden Amerikan askerlerinin devam edebilmek için tek şansı vardır; yüce bir amaç uğruna savaşan üstün kişiler olduklarına inanmak. Amerika’ ya geri döndüklerinde bu inanışlarının gerçekle olan uyuşmazlığı Vietnam Sendromu olarak anılacak bir tür savaş sonrası travması yaşamalarına neden olur. İşte Travis Bickle karakteri de Vietnam’ dan dönen eski bir askerdir. Uyuyamaz ve yaşadığı insomnia nedeniyle geceleri çalışmak ister. Sadece gece değil, suç da çeker onu. Kimsenin gitmek istemediği yerlerde çalışabileceğini söyler işe başvururken. “ Her zaman, her yerde çalışırım. ” Fuhuş, uyuşturucu satıcıları ve pis sokaklar… Bu isteğinin nedeni o insanları öteki saymaması veya normalleştirmesi değil aksine nefret etmesidir. “ Hayvanlar gece ortaya çıkıyor. Fahişeler, travestiler, pezevenkler, uyuşturucu satıcıları, hırsızlar, serseriler… Midemi bulandırıyorlar. Bir gün tufan kopacak ve bunları sokaklardan temizleyecek. ” Oysa, “ Sicilim de vicdanım kadar temiz ”, diyen yine Travis’ tir. Bu insanlardan nefret etmek onun vicdan muhasebesi yapmasına neden olmayacak kadar önemsiz bir düşüncedir. “ 10 Mayıs. Yağmur için teşekkürler Tanrım. Kaldırımdaki çöpler böylece ortadan kalktı ” diye yazar günlüğüne. Yağmurun sokakları temizlemesi gibi temizlemek ister pislik saydıklarını o da. Aynı Vietnam’ da ki gibi, yüce bir amacı olan bir asker gibi hisseder kendini bu sokaklarda. Birilerinin şehri yıkayarak pisliklerden arındırması gerekir.

 Yönetmen Scorsese film boyunca ikili bakışı büyük bir ustalıkla yansıtır izleyiciye. Bunlardan biri Travis’ in şehre ve hayata bakışı, diğeriyse ikinci ana karakter diyebileceğimiz New York’ un yalın görüntüsüdür. Travis’ in sağlıksız ve sosyal açıdan problemli bakışıyla, onun gözlerinden ve iç sesiyle başlar film. Işıklar içinde ama tüm görüntülerin birbirine karışarak belirsiz bir yapı kazandığı bir şehir görürüz. Hep şehrin pisliği saydığı görüntülere odaklanır bakışları. Yol kenarındaki fahişeler, satıcılar, zenciler… Her ne kadar sosyal ilişkilerde sorunlu ve yalnız olsa da bir yandan da yüce bir misyon yükler kendine. İlişki kurduğu iki kadına yaklaşımı da aynı misyonun yansımasıdır: Betsy ile ilk konuşmasında onu korumak için geldiğini söylerken  Iris’ e de onu kurtarmak için orada olduğunu belirtir. Vietnam’ da ki bir Amerikan askeri gibi korumak ve kurtarmak görevi bahşedilmiş birisidir.

 İkinci bakış ise New York’ un, modern zamanların bir şehrinin suça bulanmış ve pis görüntüsüdür. Bu haliyle şehir, suçun ve şiddetin yanı başımıza kadar sokulduğu, hayatımıza dahil olduğu mekândır. Adeta tüm şehir her an herkesin şiddet görebileceği bir hezeyanın içinde yaşar. Birileri gece taksi şoförlerini keserken bir diğeri markete girip silahını doğrultarak tüm parayı isteyebilmektedir. Evinden kaçan 12 yaşında bir kız onu çok sevdiğini söyleyen bir adam tarafından pazarlanır. Kendini korumak adı altında her türlü silaha kolayca ulaşılabilir. Hatta silahı denemek isteyen birisi o anda parkta konuşan birilerine öylece nişan alabilir. Şiddet sadece birilerinin bazen yaşadığı kan revan görüntülerde değil, hepimizin daima yaşadığı gerçeklikte olduğunu söyler bu şekilde film. İşte Taksi Şoförü filmini diğer şiddet içeren birçok filmden ayıranın da bu felsefesi olduğunu düşünüyorum: bizi şiddetin normalleştirilmiş ve günlük hayata sızmış yüzüyle karşılaştırması. Ve yine Walter Benjamin’ in değerlendirmeleri ışığında hukuka uygun şiddeti de buna dâhil edebiliriz. Travis eski bir askerdir ve devlet ona Vietnam’ ı temizleme görevi verir. Amerika’ ya dönen bu eski piyade hayatta pislik olarak gördüklerini temizleme hakkını ilk elden, devletten almıştır bir kere. Ama şiddete karşı şiddeti kullanma konusu o kadar da kolay ve net bir konu değil. Bunun en çarpıcı anlatımı da filmin sonunda gizli. Suikastçı olmaya giden bir adamın kahramana dönüşümü. Hem de şiddetin en sadist ve kanlı düellosunu ortaya koyarak.

 Film Hakkında Kısa Kısa…

 Filmin en önemli repliği olan ve De Niro’ nun doğaçlama oynadığı “ Bana mı söylüyorsun? ” repliğini ünlü şarkıcı Bruce Sprinsfield’ den esinlenmiştir. Sahnenin çekiminden birkaç gün önce konsere giden De Niro, şarkıcının adını haykıran hayranlarına “ Bana mı söylüyorsunuz? ” diye seslenmesi sayesinde yaratır bu paranoid monoloğu.

 Robert de Niro’ nun yüzünden eksik olmayan o maskemsi gülümseme karakterin patolojik ruhsal yaşamının en güzel anlatımıdır. De Niro bu rol ile öylesine iç içe geçer ki, rol arkadaşları onun ruhsal sağlığından endişe duyarlar. Ünlü oyuncu aynı dönemde Bertolucci’ nin 1900 filminde de rol almakta ve ilgisiz bu iki kişiliği aynı anda başarıyla yansıtmaktadır ki bu da De Niro’ nun üstün yeteneğine ve azmine dair müthiş bir kanıttır.

 Judie Foster bu filmde rol aldığında 12 yaşında olmasına rağmen en deneyimli oyunculardan birisidir. Ünlü bir çocuk yıldız olan ve daha önce Scorsese’ nin bir filminde ( Alice Doesn’ t  Live Here Anymore ) rol alan Foster’ ın bu filmde oynayabilmesi için çocuk ruh sağlığı bölümünden izin alınır ve bir görevli küçük kızın dâhil olduğu çekimlerde gözlemci olarak yer alır, küfürlü sahnelerde onun olmamasını sağlar. Filmde cinsellik ya da şiddet içeren sahnelerde ise Foster’ ın ablası onun yerine rol alır.

 Senarist Schrader, 12 yaşındaki fahişe Iris karakteri için New York’ ta tanıştığı küçük bir fahişeden esinlenir. Film senaryosu zaten yazılmış ve Iris karakteri yaratılmıştır o kızla tanıştığında. Ancak adı Garth olan bu kız sayesinde karakteri adeta yeni baştan yaratır.

 Bu film için hemen hemen tüm ekip diğer filmlerde aldıkları ücretten çok daha azına çalışır. Baba filminden 500.000 $ alan Robert de Niro sadece 35.000 $ almış, tüm ekip böylelikle filme maddi katkı sağlamıştır.

 Filmin şiddet içeren sahnelerinde eski bir apartmanda yer alan bir dairenin tavanı kesilerek üstten çekim yapılmış ve bu teknik daha sonraki birçok film için öncü olmuştur. Set ekibinin tavanın çökmesinden korktuğu da dile getirilen rivayetler arasındadır.

 Filmin müziklerini yapan Bernard Herrmann, 23 Aralık 1975 gecesi, filmin müziklerini kaydettikten birkaç saat sonra bir otel odasında kalp krizi geçirerek hayata veda eder. Bu filmle en iyi film müzikleri dalında Oscar’ a aday gösterilecek, ancak ne filmi ne de ödülü görebilecektir.

 Filmde zaman zaman eski Scorsese filmlerine ait göndermelere rastlarız. 1973 yapımı Arka Sokaklar filmindeki Charlie karakterinin elini ateşe tutuşunu hatırlatır Travis’ in ateşle sahneleri. Betsy kafede oturduklarında Travis’ in ona Kriss Kristofferson’ un bir şarkısını hatırlattığını söyler. Kristofferson, Scorsese’ nin Alice Burada Oturmuyor filminde Harvey Keitel ve Jodie Foster ile birlikte rol alır.

 Betsy’ nin Travis’ i benzettiği şarkı Kristofferson’ un “ The Pillgrimm ” adlı şarkısıdır. Bu şarkıda kot pantolonu ve ceketiyle sokaklarda yürüyen, geçmişin hayal kırıklıklarını bir gülümsemeyle giyinen, çelişkilerle dolu bir adam anlatılır ki bence Betsy bu benzetmede haklıdır.

 Scorsese filme yaş sınırlaması getirilmesini önlemek için kanı gerçek kırmızı renginde değil daha koyu bir kahverengi olarak yansıtır perdeye.

 Pisliğin kötülük ve şiddet metaforuna hizmet ettiği bir film Taksi Şoförü. Pis, çöplerle dolu bir şehir gibi suçla ve suçlularla dolu bir dünya… Filmin çekildiği dönemde New York’ ta grev nedeniyle çöp toplama hizmetlerinin aksamış olması ise filme Tanrı’ nın bir lütfu olsa gerek. New York 1975 yazında gerçekten de çok kirli bir şehirdir.

 Sinirli ve kaba, karısı tarafından aldatılan ve onu öldürmeye karar veren taksi yolcusunu Scorsese canlandırır filmde. Bu rol aslında Arka Sokaklar filminde de rol alan George Memmoli tarafından canlandırılacaktır. Ancak bu aktörün başka bir film setinde belini sakatlaması rol almasını engeller. Sonuç olarak yönetmen Scorsese kameranın önüne geçer. Bu rolde De Niro’ nun taksinin ön koltuğunda kendisine oyuncu koçluğu yaptığını dile getirecektir daha sonra.

 Bu filmden önce yönettiği Arka Sokaklar filminde Scorsese’ nin kendi sesiyle dillendirdiği “ Günahlarının bedelini kilisede ödeyemezsin, sokaklarda ödersin ” repliği, Taksi Şoförü’ nün mottosunu anlatmıyor mu sizce de?

 Taksi Şoförü, Martin Scorsese’ nin kendini en iyi ifade ettiği filmi, kendi deyimiyle. En iyi anlattığı şeyi, suç ve şiddeti iyilik – kötülük diyalektiği içinde, izleyicinin her an eleştirel sorgulamayla sentezi üreteceği bir döngüyle irdeliyor. Ve daha sonraki filmlerinin temel felsefesinin yapı taşlarını oluşturuyor bir anlamda.

 Taksi Şöforü, Amerikan Kültür Kütüphanesi’ nin film bölümünde korunmak için listeye 1994 yılında dahil edilmiştir.

 Scorsese, filmi feminist olarak tanımlamıştır. Erkeklerin kadınlara sığ bakışını, kutsal ya da lanetli ya da başka bir deyişle anne ya da fahişe olarak görme eğilimini eleştirel bir yaklaşımla ele aldığını belirtir.

 1981 yılında dönemin Amerika Başkanı Ronald Regan’ a suikast düzenlemeye çalışan John Hinckley Jr. sorgulamasında, kendisinin Travis Bickle olduğunu ve Jodie Foster’ ı etkilemek için bu işe kalkıştığını söyler. Jüri, Hinckley’ in akıl sağlığını yerinde bulmadığı için suçsuz olduğuna karar verir.

 Senarist Schrader, bu filmi  yazmanın kendisi için bir kişisel tedavi olduğunu dile getirir ve yazdığı Travis karakterinin asla olmak istemediği kişiyi yansıttığını belirtir.

 Robert De Niro oyuncu olmadan önce senarist olmayı ister. Yazmayı düşündüğü karakter ise New York’ ta yaşayan, yalnız, problemli bir suikastçıdır. Bu karakteri yazamaz belki ama Taksi Şoförü ile canlandırma şansını yakalar.

 Travis’ in sohbet ettiği birkaç kişiden biri olan Wizard’ ın Travis’ e aklı karıştığı sırada yaptığı söylevin sonunda Travis hiçbir şey anlamadığını dile getirince “ Ne bekliyorsun, ben bir taksi şoförüyüm, Bertrand Russell değil ” der. Elbette Bertrand Russel’ ın seçilmesi tesadüfi değildir. Belki onun bir sözünü buraya bırakarak meraklı okuyucunun kendi  araştırmalarına kapı aralayabiliriz: “ İnsanlığın başına gelen en büyük kötülük, insanların aslında yanlış olan kimi şeylerin doğruluğundan kesinlikle emin olmasıdır. ”

 Bir Başyapıt olarak…

 Robert De Niro, Taksi Şoförü filminin, 50 yıl sonra bile hâlâ üzerine konuşulan bir film olacağını söylediğinde ne kadar haklıymış. En azından 40 yıl sonra, bugün, aşılamayan bir klasik olduğunu söylemek mümkün. Martin Scorsese ve Robert de Niro’ yu ikinci kez bir araya getiren ve her ikisinin de kariyerlerinde kilometre taşı sayılan bu film, 1970’ ler sinemasının başyapıtları arasında sayılır. Sinema sektöründeki muazzam teknolojik gelişmeye rağmen etkisini ve büyüklüğünü kaybetmeyen ve zamana meydan okuyan bir başyapıt olarak hem de. 

 Taksi Şoförü ( The Taxi Driver )
 Yapım yılı: 1976
 Yönetmen: Martin Scorsese
 Oyuncular: Robert De Niro, Harvey Keitel, Jodie Foster, Cybill Shepherd, Albert Brooks, Peter Boyle
 Senaryo: Paul Schrader
 Önemli Ödüller: BAFTA 1977: En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, En İyi Kadın Genç Yetenek, En İyi Müzik; Cannes Film Festivali 1976: Altın Palmiye; Amerikan Ulusal Eleştirmenler Birliği 1977: En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
 Önemli Ödül Adaylıkları: Oscar 1977: En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Müzik; Altın Küre 1977: En İyi Erkek Oyuncu ( Drama ), En İyi Senaryo; BAFTA 1977: En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kurgu; Amerikan Yönetmenler Birliği 1977: En İyi Yönetmen

 * Bu yazı Psikesinema Şiddet sayısında yayımlanmıştır.

Taxi Driver
Etiketlendi:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir