bir-nefes-gibi-kitap
 Bir Nefes Gibi ya da İmkânsız Aşklara Övgü: Ferzan Özpetek

“Önemli olan hayatımızı nasıl yaşayacağımız değil,
kendimize ve başkalarına onu nasıl anlatacağımızdır.”
Harem Suare

 Ingmar Bergman, insanın hayatta sadece bir kez ikinci bir şansı olur diyordu, o da belki… Bir ikinci şans verilseydi eğer, keşkelerimizi değiştirebilir ya da çoğaltabilir miydik iyi ki dediğimiz anları? Belki o kadar geç gelirdi ki o ikinci şans, sadece hikâyemizi anlatacak ve af dileyecek kadar vakit tanırdı bize. Olsun, hikâyemiz dile geldiği şekliyle ve anlatıldığı sürece var olmaya devam etmiyor mu sonuçta? Ve geçmişin hayaletleri ancak son kişi onları unutunca karışmıyor mu karanlığa?

Geçmişin hayaletleriyle birlikte gölgede oturuyorum, diye yazar Elsa kız kardeşi Adele’ ye son mektubunda. Bu kez okunacağı umuduyla içini döktüğü, yıllardır yazdığı ama hiç açılmadan kendisine geri gelen mektupların sonuncusudur ve elli yıldır dargın olduğu kardeşine, aynı elli yıl boyunca gönüllü sürgün olduğu ülkesine, İtalya’ ya son bir vedalaşma için döneceğini belirtir. Hayatındaki o trajik hataya dair bir ikinci şans yakalamak için belki de son şansıdır Elsa’ nın. Bu mektup alıcısına ulaşamaz, ancak bu ziyaretle birlikte biz de, Elsa ve Adele’ nin geçmişine olduğu kadar Roma’ da yaşayan altı arkadaşın dost sofrasına dahil oluruz.
Ve hikâye başlar.

 Ferzan Özpetek’ in son romanı Bir Nefes Gibi, Mayıs 2020’ de İtalya’ da yayımlandıktan sonra kısa bir sürede çok satanlar listesinde bir numaraya yükseldi. 23 Haziran’ da da Türkçeye Neval Barlas tarafından çevrilerek Can Yayınları etiketiyle ülkemizde yayımlanan kitap, daha çok yönetmen kimliğiyle anlattığı hikâyelere aşina olduğumuz sanatçının üçüncü romanı. Elsa Corti’ nin İtalya’ da başlayıp İstanbul’ a uzanan, sırlarla ve umutlarla olduğu kadar hayal kırıklıklarıyla dolu hayatını okurken, bir yandan da kardeşlik, dostluk, aşk, sevgi, aldatma, samimiyet, özgürlük gibi birçok konuya yani insan olmanın her haline karşı farklı pencereler açılıyor önümüzde. Sırların, insanın kendinden bile gizlediği duygularının, tutkuların, öfkenin, kıskançlığın varlığını, kimi suskun dudaklardaki şifrelerle, bazen bir bakış ya da sezişle, kimi zamansa her şeyi ele veren yüzlerle anlatıyor Özpetek.

 Bir pazar günü, Roma’ da, 1900’ lü yıllardan kalma bir evdeyiz. Ev sahipleri Sergio ve Giovanna mutfakta, hafta sonlarının rutini bir dost davetine hazırlanıyorlar özenle. Masa altı kişi için hazır olduğu sırada kapının zili çalınıyor ve arkadaşlarının geldiğini düşünerek kapıyı açan Sergio yetmişli yaşlarında, son derece zarif bir kadın olan Elsa ile karşılaşıyor. Üzerinde petrol mavisi şık bir takım ve antika takılarla ama en çok da yeşil, insanın içine işleyen gözleriyle, evi iki yıl önce satın aldıkları Adele’ yi, yani kardeşini aradığını söylüyor. Aslında yabancılarla hemen samimi olmaya alışkın olmayan Sergio, -açıklanamaz bir sempatiyle- Elsa’ yı içeriye davet ediyor. Bu davet, masaya bir tabak ve kadeh daha eklenmesine ve altı samimi arkadaşın Elsa’ nın ve elli yıldır dargın olduğu Adele’ nin hayat hikâyelerine tanıklık etmesine bir girizgâh oluyor. Biz de Roma’ da ki evin mutfağında hem iki kardeşin hem de altı arkadaşın sırlarla dolu hayatlarına dahil olurken, bir yandan da Elsa’ nın kardeşine yazılmış ama hiç okunmamış mektuplara ilk elden tanıklık ederek İtalya’ dan İstanbul’ a uzanan ve Roma’ ya dönen bir geçmişte, nefessiz bir yolculuk yapıyoruz. 

 Roman, iki farklı zamanı iki farklı anlatı tekniğiyle aktarıyor. Bazı bölümler Elsa’ nın yazdığı mektuplardan oluşuyor. Bu bölümler anlatının geçmiş zamanını oluşturuyor. Roma’ da ki mutfakta geçen olaylar ise şimdiki zamanda ve Tanrı anlatıcı tarafından aktarılıyor. Böylelikle iç içe geçen iki ayrı anlatıya tanık oluyoruz. Mektuplar, iki kız kardeşin bir bütünün ayrılmaz iki parçasıyken, elli yıl boyunca birbirlerinin yüzüne bakmayacak kadar kopmalarının ve bu dönem boyunca Elsa’ nın İstanbul’ da ki hayatının anlatısı. Diğer kısımlarsa bir Pazar yemeğinde buluşacak olan evli üç çiftin sırlarla ve aldatmacalarla dolu hayatları. Romanın anlatı zamanı kısacık bir pazar öğleden sonrasına sınırlı olsa da Elsa’ nın mektupları ve Adele’ nin anılarıyla birlikte yetmiş yıllık bir sürece tanık oluyoruz. Bu zaman zarfında sadece kişisel hikâyelerin değil, değişen bir çağın, adetlerin, anlayışların, şehirlerin dönüşümüne de eşlik ediyoruz. Özellikle İstanbul bu değişimin en güzel sahnesi olarak betimleniyor. Tüm güzellikleriyle İstanbul var romanda, Boğazı, yalıları, hamamları, yemekleri, sokaklarıyla 1970’ li yılların İstanbul’ u hem de.

 Batı edebiyatında kurmacanın zemini temel olarak üç karşıtlık üzerine kuruludur: mutluluk / bedbahtlık, bilmek / bilmemek ve beklenen / beklenmeyen zıtlığı. Aristo’ nun kurallarını belirlediği bu üç karşıtlık, antik tragedyalarda olduğu gibi modern romanda da yer alır. Gerçek hayatta başımıza gelen mutluluklar ya da mutsuzluklar her zaman bir nedene bağlanmayabilir. Gerçek dünyada başkalarının zihinlerini okuyamadığımız, başka yerde yapılan konuşmaları duyamadığımız ya da alıcısı tarafından hiç açılmamış mektupları okuyamadığımız için neden – sonuç ilişkisini her zaman kuramayabiliriz. Ama kurmacalarda bir neden sonuç bağlantısını arayarak ya da olayları ardışık sırada eklemleyerek yol alırız. Belki bu nedenle kurmaca edebiyat, gerçek hayattan daha rasyoneldir Aristo’ nun dediği gibi. Özpetek’ de her ne kadar nedensellik süreçlerini işaret etse de okurun içinde özgürce hayal kurabileceği, parçaları birleştirip kendi anlamını yaratabileceği bir hareket mekânı bırakarak yaratıcı okura alan açmış. Özellikle romanda yer alan nesneler, iki kardeşin olayları kendi bakış açılarıyla aktarımı ve anlatının sonunda yer alan sigara ağızlığı gibi detaylarla, hikâye her okurda çoğalarak devam ediyor.

 Her ne kadar olaylara odaklansak da aslında romanın ana zemini insan ilişkileri üzerine kurulu. Özellikle de ilişkiler içinde dillendirilemeyen, susulan, yok sayılan detaylar yani bir anlamda iletişimsizlik anları üzerine. Gerçeğin ve yalanın, dürüstlük ve aldatmanın temas noktası orası. İnsanın karşısındakini olduğu kadar kendisini de kandırmaya başladığı yer yani. Oysa gerçeklik, her zaman görünenden farklıdır. Özellikle de insan ilişkilerinde. Önyargılar, kişisel duygular, önceki yaşanmışlıkların tortuları girer araya bazen. Bazen bakış açımız nedeniyle fark edemeyiz gölgede kalanları. Kimi zamansa apaçık ortada olanı görmeyiz, bilmeyiz ya da bilmek istemeyiz. Bilmemekle bilmezden gelmek arasında ince bir çizgi vardır ama bütün düğüm orada saklıdır. İnsan başa çıkamayacağını ya da düzenini bozacağını düşündüğü gerçekler karşısında bazen kör ve sağır olmayı seçer. Açık açık dile getirilene kadar yok sayar. Aslında sözden çok daha ilksel bir iletişimde gizlidir ve dile dökülmeden söylenmiştir her ne varsa: sırların alaşağı edildiği yer sözel değil sezgiseldir. Gelişimsel psikolojinin de ortaya koyduğu gibi, bu sezgisel alan anne ile bebeğin ilk iletişimiyle inşa edilir, bakışlarla kurulan o ilk bağda temellenir ve daha sonraki hemen her ilişki bu ilk bakıştaki güven ya da yetersizlik duygusu üzerine kurulur. Elsa ve Adele’ nin annelerinin de migren krizleri eşliğinde yaşadığı bipolar kişilik bozukluğu ve bu nedenle evden uzaklaşan baba figürü de yaşanacak olan imkansız aşklarının bir öncülüdür adeta. Ferzan Özpetek’ de dile gelmeyen, söze dökülmeyen ama sezgisel düzlemde var olan insan ilişkilerini ele alırken, karakterler arasındaki çoklu ve karmaşık ilişkiler ağını bir ipek böceğinin hassas dokunuşuyla işliyor. İki kız kardeşin olduğu kadar dost sofralarına misafir olduğumuz altı arkadaşın da sırlarla dolu ilişkilerinde bu
 “ bilmemeyi tercih etme ” durumuna şahitlik ediyoruz. Anlatı boyunca bazen sırlara açık açık tanık oluyoruz mesela evli bir adamın arkadaşıyla olan gizli aynı -cinsel ilişkisini ya da bir bakışmayla mühürlenen suç ortaklığının ağırlığıyla kopan kardeşlik bağını açık seçik görüyoruz. Kimi zamansa roman karakterlerinin bile bilmediği sırlarını seziyoruz satır aralarında, mesela Adele’ yi deliler gibi sevdiğini dile getiren Elsa’ nın İtalya’ dan ayrılır ayrılmaz hemen bambaşka bir kadına dönüşmesinde, gölgesinin endamının bile değişmesinde, aslında ablasını ne kadar kıskandığını ve onarılmaz -gizli nefretini görebiliyoruz. “ Gölgem bile değişti desem inanır mısın? Yolda yürürken gözucuyla, kaldırımda peşimsıra geldiğini gördüğüm o karaltı eskisinden o kadar farklı ki, en cüretkâr hayallerimin de ötesinde bambaşka birine ait gibi. ( Sayfa 38 ) ” İstanbul’ a giden kadın o sessiz, çekingen Elsa değil de sanki herkesin hayran olduğu güzel Adele, belki de onun ikiz gölgesi. Elsa, vurdumduymazlık zırhı altına gizliyor içindeki öfkeyi ve bencilliği. Tüm kuralları yıkarak, gününü gün ederek ve çapkınlıklarla bir ömür tüketerek alıyor öcünü hem ablasından hem kendinden. Biraz durulmasını, sakinleşmesini sağlayansa bedeni gibi ruhunu da arındıran bir hamam oluyor: Sultan’ ın Aynalı Hamamı.

 Roman hem ana izleği hem de psikolojik alt yapısıyla sırlarla dolu ve heyecanlı bir macera vadetse bile, biraz daha gizemli bir bulmacanın içinde yol almak isterseniz son Osmanlı Padişahı’ nın haremini, bir tren garında anlatılan hayat hikâyesini, İstanbul’ daki Aynalı Sultan  Hamamı’ nı, sandıktaki günlüğü, mühürlü altın yüzüğü, hiç açılmamış sararmış mektupları, kız kardeşiyle dargın İstanbul’ a giden İtalyan kadını, bir ucu parmağa geçirilen sigara ağızlığını takip edebilir, onların peşi sıra Hamam, Harem Suare, Cahil Periler, İstanbul Kırmızısı, Napoli’ nin Sırrı ve Karşı Pencere’ de yapbozun parçalarını tamamlayabilirsiniz. Eminim ki bundan daha fazlasını siz bulacaksınız satır aralarında ama ben özellikle sigara ağızlığının peşine takılarak polisiye gerilim tadında bir sona ulaşmayı ve o son sayfadan bir sarmal gibi başa dönmeyi çok sevdim. Değil mi ki “ Uzun sandığımız hayatımız bir nefes kadar kısa… Ve pek çok şeyi yaşarken bir nefes gibi içimizde tutuyoruz.” *

 Kısacık bir dipnot olarak: Ferzan Özpetek bu hikâyeyi filme çektiğinde istediği müzikleri, -kim bilir belki bir Sezen Aksu şarkısını- ekleyecektir. Ama ben erkenci bir heyecanla, “ bizim kardeşimle aramızda sır olmadı hiç,” diyen kadının arkasından
 “ Ben bu yüzden hiç kimseden gitmem gidemem
   Unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir ” **
diye mırıldanarak ve Elsa’ nın mektubundan emanet aldığım Nazım’ ın Güz şiiriyle seslenmek istedim.
 “ Günler gitgide kısalıyor,
   Yağmurlar başlamak üzere.
   Kapım ardına kadar açık bekledi seni.
   Niye böyle geç kaldın? ”

 *Ferzan Özpetek – Ayşe Arman röportajı

 **Sezen Aksu / Gidemem

 Bu yazı Gazete Duvar’ da 02.08.2020 tarihinde yayımlanmıştır.

Bir Nefes Gibi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir